2.3.08

SEZAİ KARAKOÇ VE MASAL ŞİİRİ

Yitik Cennet'in Işığında" Sezai Karakoç ve "Masal" Şiiri / Ali Osman DÖNMEZ
Modern Türk şiirinin kilometre taşlarından biri olan Sezai Karakoç, aynı zamanda yaşadığı coğrafyanın problemleri üzerine düşünen ve bu problemlerin çözümüne dair önemli fikirler beyan eden değerli bir düşünce ve sanat adamıdır. Cemiyetimizin yaşadığı birçok probleme ‘medeniyet’ perspektifinden yaklaşan Karakoç, ona yüklediği mânâlar ve getirdiği orijinal yorumlarla çağdaşı birçok şair ve yazardan ayrılır. Sezai Karakoç’un medeniyet anlayışını ve onunla irtibatlı kavramları bilmeden, birçok eserini olduğu gibi, ‘Masal’ şiirini de tam olarak anlamak mümkün değildir. Çünkü Karakoç’un yazı ve şiirlerinde çağını ve tarihî hâdiseleri yorumlarken ortaya koyduğu hemen hemen bütün kavramlar, sistemleştirmeye çalıştığı medeniyet anlayışının içinde bir mânâ ve bütünlük kazanır.1 Sezai Karakoç’a göre medeniyet; insanoğlunun asıl gayesini gerçekleştirme çalışmalarından, ona varma anlayışından, onu bulma ve kaybetmeme gayretinden, o yöndeki duygu ve düşüncelerini ifade isteğinden doğan, kaynaklanan ve beslenen niyet ve faaliyetlerin, teori ve pratiğin, tasarım ve eserlerin reel ve potansiyel güçlerin tamamını ifade eder.2 Ona göre medeniyet, ruhun bir nevi dışa yansımasıdır.3 Karakoç’a göre ‘iyi’ ve ‘kötü’ olmak üzere, özünde birbirinden tamamen farklı iki medeniyet vardır ve bu iki medeniyet insanın yaratıldığı günden beri,birbiriyle devamlı mücadele hâlindedir. Karakoç, ‘kötü’nün de bir medeniyetinin olduğunu ifade eder; çünkü o da örgütlenmiş, güçle donanmış ve kendini haklı görmenin felsefesini düzenlemiştir. Kötünün medeniyeti; inanca karşı ‘felsefe’ adı altında ‘kara felsefe’yi, ruha karşı maddeyi, ulvîye karşı süflîyi, huzura karşı sıkıntıyı, âhenge karşı kaosu çıkarmıştır. Karakoç, gerçek medeniyetin Ortadoğu’da neşv ü nema bulduğu fikrindedir. İslâm medeniyeti, bugün bu medeniyetin tek vârisi durumundadır. Hz. Âdem aleyhisselâm’la başlayan iyinin medeniyeti ‘ak medeniyet’; bir vahiy, hakikat ve kitap medeniyetidir. İslâm medeniyeti, bu medeniyetin devamı hükmündedir. Karakoç’a göre Batı’nın; hakikatin, peygamberlerin medeniyeti olan İslâm medeniyetinin karşısına her devirde dikilmesi, insanın yaratılmasıyla başlayan savaşın sürdüğünü göstermektedir. Sezai Karakoç, medeniyet telâkkisinin ışığında ‘millet’ mefhumuna da yeni yorum ve tarifler getirir. Ona göre din ve medeniyet, bir tarafıyla da, ‘bir millet örüştür.’ Onun düşünce dünyasındaki millet, günümüzün sosyolojik millet kavramından oldukça farklıdır. Sezai Karakoç’un ‘millet’i; bir ırk ve dilin toplayıcılığından değil, bir idealden ve inanç etrafında örgütlenişten doğar. Ona göre millet; tarih, inanç ve şuurun ışığında geleceği hedef alan bir örgütleniş iradesinin müşahhaslaşmasıdır. Millet, hakikat uygarlığını gerçekleştirme hedefini yegâne gayesi yapmış bir ideal toplumudur. Karakoç, İslâm milletini meydana getiren ırkların, dinin birleştiriciliği altında millet kardeşliğine yükseldiğini ifade eder. Karakoç’un millet telâkkisinin temelinde, dinin ikliminde doğup gelişen bir medeniyet vardır ve onun tarif ettiği millet, bu medeniyetin kaideleri üzerinde yükselir. Karakoç’un ‘devlet’ düşüncesi de, ‘medeniyet’ ve ‘millet’te olduğu gibi vahiyle münasebetlidir. Devleti, “İlâhî Kudret’in en çok göründüğü beşerî müessese” olarak tarif eden Karakoç, insanların yitirilmiş Cennet’e kendi teşkilâtlanmalarıyla varmak için ‘devlet’ten geçtiklerini belirtir.6 Ona göre, medeniyetin temelinde din, milletin temelinde medeniyet olduğu gibi, devletin temelinde de millet vardır. Devletin milletin iradesi doğrultusunda şekillenmesi gerektiğini düşünen Karakoç, bu teziyle devlet-millet farklılığından kaynaklanan problemlere de önemli bir çözüm teklifi getirir. Sezai Karakoç’un medeniyet, millet ve devlet hakkındaki fikirlerini ihtiva eden bu ön bilgilerden sonra “Masal” şiirini yorumlamaya geçebiliriz. “Doğuda bir baba vardı Batı gelmeden önce Onun oğulları batıya vardı”. Karakoç, siyasî sistem, kavram ve ideolojilerle hesaplaşırken Doğu ve Batı’yı medeniyet ekseninde ele alır; problemlerin, hastalıkların, güzelliklerin, çözüm arayışlarının, pratik modellemelerin tarihî ve felsefî temellerine inmeye çalışır. Ona göre her medeniyet, kendi mefhumlarıyla tanımlanır ve onların tarihî ve felsefî arka plânına yaslanarak yeni bir dünya görüşü inşa eder. Karakoç, medeniyet tarif ve yorumlamalarında Doğu ve Batı’yı coğrafî birer terim olarak değil, ruhun mânevî doğusu ve batısı olarak kullandığını özellikle belirtir. Ona göre gerçek medeniyet âdeta ortada doğmuş; fakat doğu ve batıya doğru sapmalar sebebiyle sahte ve düşman medeniyetlere dönüşmüştür. Sezai Karakoç’un düşünce dünyasında ‘ak’ ve ‘kara’, ‘iyi’ ve ‘kötü’, ‘bal’ ve ‘zehir’, ‘tuba’ ve ‘zakkum’ kadar birbirinden farklı olan ‘Doğu’ ve ‘Batı’; tarih boyunca birbirleriyle devamlı mücadele hâlinde olmuştur. “Masal” şiirinde, dayandıkları temeller itibariyle farklı olan bu iki medeniyetin birbiriyle münasebeti ve mücadelesi resmedilmektedir. Şiirin ilk kelimesi olan ‘Doğu’yu coğrafî tedâileriyle birlikte vahyin ışığında doğup gelişen İslâm medeniyeti olarak düşünebiliriz. Doğu’da ‘baba’ otoriteyi, yani bir nevi devleti temsil eder. Buradan hareketle, “Doğu’da bir baba vardı” mısraındaki ‘baba’, İslâmî hassasiyetleri nazar-ı dikkate alan bir devlet olarak yorumlanabilir. “Batı gelmeden önce/Onun oğulları batıya vardı” mısraı bir münasebetin başlangıcına işaret etmektedir. Demek ki, ilk aksiyonDoğulu babanın oğullarından gelmiştir; çeşitli fikirlerin sevkiyle önce onlar Batı’ya gitmişler, sonra da, Batılılar Doğu’ya gelmişlerdir. Hâdiseye tarih penceresinden bakıldığında, şiirin genelinde anlatılanlarla Osmanlı’nın son dönemleri arasında bir paralellik kurulabilir. Türkler İslâm’la müşerref olduktan sonra Batı’ya doğru sürekli bir aksiyon içinde olmuşlardır. Fakat tarih içinde İlâ-yı Kelimetullah mefkûresinin sevk ve idare ettiği, kendini daha çok coğrafî olarak gösteren Batı’ya bu akış, Tanzimat’la birlikte fikrî plâna kaymaya başlar. Yani tarih içinde aksiyona mânâ kazandıran iman ve fikir, Tanzimat’la birlikte yavaş yavaş değişir. Bu tarihten itibaren hayatı şekillendiren, aksiyonlara yön veren fikirler genel itibariyle Batı menşelidir. Bu durum ilerleyen zamanlarda cemiyet hayatında tarihî bir kırılmaya yol açar. Birçok hususun mânâsının değişmesine sebep olan bu kırılma, büyük bir kriz meydana getirir. Cemiyeti saran kolektif bir ruh buhranı da diyebileceğimiz bu kriz, müessese ve nesilleri büyük nispette tesiri altına alır. İşte “Masal” bu kırılmanın, ruh buhranının ve ‘Doğu’ adına tekrar ayağa kalkma gayretinin şiiridir. Türk tarihinde önemli bir kırılma noktası olan fikrî plânda Batı’ya kayma hâdisesi, Karakoç’un şiir ve yazılarında orijinal sembollerle anlatılır. Nitekim Karakoç, peygamberler tarihini farklı pencerelerden değerlendirdiği “Yitik Cennet” isimli eserinin ilk cümlesinde, Batı’nın tesirine girmeden önceki hayatımızı Hz. Âdem aleyhisselâm ile Hz. Havva Validemizin Cennet’te yaşadıkları hayata benzetir.9 Fakat üzerimize düşen ilk Batı soluğunun dış sebeplerden mi, yoksa bir ‘iç çağrı’dan mı kaynaklandığı hususunda tereddütlüdür. Karakoç bunu yine Hz. Âdem aleyhisselâm ile Hz. Havva’nın Cennet’te şeytanla ilk karşılaştıkları ân sembolüyle izah eder: “Şeytan içerden mi gelmişti, dışardan mı? Bence daha önemlisi dışardan gelen şeytanın çağrısını dinleyen bir kulağın hemen içerde hazır oluşuydu… Eğer bir iç çağrımız olmasaydı şeytan ne yapacaktı? İçimize girebilecek miydi? Şeytan bütün gücünü bizden alıyor.”10 Şiirden hareketle söylersek, Batı, Doğu’daki iç çağrıyı çok iyi kullanmış ve ilk şüphe tohumunu ‘Doğu’lu babanın oğullarının ruhuna düşürmüştür: “Birinci oğul batı kapılarında Büyük törenlerle karşılandı Sonra onuruna büyük şölen verdiler Söylevler söylediler babanın onuruna Gece olup kuş tüyü yastıklar arasında Oğul yarınki masmavi şafağın rüyasında Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı Öcünü alsın diye kardeşini yolladı” İç kulağa yapılan bir çağrıya karşılık veren birincioğul, Batı kapılarında oldukça şaşaalı şekilde karşılanır. Adına şölen verilir, babasını öven konuşmalar yapılır. Bütün bunlar aslında bir plânın adım adım uygulanışından başka bir şey değildir. Bütün mesele bunlara kanmamaktır. Şölenlere, törenlere, nutuklara ve ziyafetlere kanıldığı vakit, kursağa buğday düştü demektir. Karakoç’a göre buğday, iç hürriyeti yok eden gizli bir güçtür; insanı içten yakalayan zincirdir. Şölenler, törenler, güzel sözler ve kuş tüyü yastıklar gerçek yüzü saklayan birer maskedir. Karakoç, insanın Cennet’ten yeryüzüne indirilme sebeplerinden biri olan şeytanı, “Yitik Cennet”te, “Eski Ahit”ten ilhamla Cennet’in kapısında bekleyen, pırıl pırıl pullarına, alev gözlerine rağmen hakikatte küçük bir cehennem olan ‘yılan’ şeklinde tasvir eder. Bu yılan, insan kalbine bir parça şüphe atmak için fırsat kollamaktadır. Eski Ahit’te tasvir edilen Cennet kapısındaki yılan gibi, “insan ruhunun, insanlık ruhunun yılanları vardır; uygarlıkların çökmesi için bekler dururlar sınırlarda. İki uygarlık bir araya geldi mi, hemen yılanlar köprü durumunu alırlar. Âdeta iki uygarlığın bir araya gelişindeki ilk sıkıntıdan doğarlar. Bu yılanın göz ve pullarındaki mıknatıs birçok saf ruhu çeker ve dışarı çevirir; bu yalancı pırlanta ışıkları dış uygarlığa vurur ve orayı bir yakut sağanağı şeklinde gösterir. Yılanın uzaklarda beliren böyle eleğim sağmaları vardır; gözlerin yılanı eleğim sağmalar.”12 Birinci oğul, Batı’nın bu tür pullarla süslenmiş sahte yüzüne kanar ve yaşadıklarının tesiriyle yelken açtığı hülyalarının orta yerinde Batılılarca öldürülür. Bu, gerçek bir ölüm olduğu gibi, mecazî ölüme, yani ‘düşüş’e de yorumlanabilir. Karakoç, ‘düşüşü’ ‘diriliş’le birlikte düşünür ve ona dirilişin penceresinden bakarak farklı mânâlar yükler; ibret alındığında düşüşün, yaşantıya metafizik bir mânâ kazandıracağını belirtir. Karakoç’a göre medeniyetler eninde sonunda düşmeye mahkûmdur; önemli olan, dâimî bir ölüme dönüşmeden düşüşten doğrulmasını bilmektir. “Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediğibir yere” mısraında, Batı adına bir korkunun yansıması söz konusudur. Batı, hileyle öldürdüğü insanın cesedinden dahi korkmaktadır. Onun hayali bile onların tedirgin olmasına yetmektedir. “Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı” mısraı, Doğu medeniyetine has önemli bir hususiyetin altını çizer: irfan. Kâinat kitabını okumasını bilen güngörmüş bilge baba, irfanıyla oğlunun hazin akıbetinden haberdar olmuştur. Bu ‘haberdar oluş’, Karakoç’un düşünce dünyasında bazı önemli hususların karşılığı olarak düşünülebilir. ‘Baba’nın Doğu’da otoriteyi, yani devleti sembolize ettiğini belirtmiştik. Karakoç’a göre hakikat devletinin, nasıl gizlenirse gizlensin, yalan, yanlış ve çirkini yakalayacak bir gözü mutlaka mevcuttur.15 Sezai Karakoç, hakikat medeniyetinin‘ideal devlet’ formuna ilk olarak Hz. Süleyman aleyhisselâmla ulaştığını belirtir. Hüdhüd haber, karınca öğüt vericidir bu ideal devlette. Cinler, yer ve gök, halife olarak yaratılan insanın emrindedir. Bu hakikatler üzerine bina edilmiş olan devlette, baba oğlunun akıbetini hisseder ve birinci oğlunun intikamını alsın diye ikinci oğlunu gönderir: “İkinci oğul Batı ülkesinde Gezerken bir ırmak kıyısında Bir kıza rastladı dağların tazeliğinde Bal arılarının taşıdığı tozlardan Ayna hamurundan ay yankısından Samanyolu aydınlığından inci korkusundan Gül tütününden doğmuş sanki Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu Saçlarını güneş destelemiş Yıllarca peşinde koştu onun Kavuşamadı ama ona Batı bir uçurum gibi girdi aralarına Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr Alıp götürdü onu Ve ikinci oğulu Sivri uçurumların ucunda Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda Baba yağmurlardan anladı bunu Yağmur suları acı ve buruktu İşin künhüne varsın diye Yolladı üçüncü oğlunu” İnsanların imtihanları farklı farklıdır veya yılan (diğer bir ifadeyle şeytan) hedefine koyduğu kişilerin karşısına değişik tuzaklarla çıkmaktadır. Birinci oğulun kayma noktası itibardı. İkinci oğulun imtihanı veya kayma noktası da bir kadındır. Yukarıda onu tasvir eden mısralarda da görüldüğü gibi, sadece fizikî vasıfları anlatılan kadın, âdeta yılan derisinden oluşmuş sahte bir eleğimsağmanın renkleriyle donanmıştır. “Bir kadını al onu yont yont anne olsun/ Her kadın acıma anıtı bir anne olsun” mısralarıyla kadının ruhuna ve en önemli fonksiyonuna dikkatleri çeken Karakoç, eserlerinde kadını ait olduğu medeniyetin değerleri içinde ele alır. Yukarıda fizikî hususiyetleri sayılan fakat ruhî vasıflarından hiç bahsedilmeyen kadın, şairin düşüncesindeki Batı medeniyetinin kadına bakışının bir yansıması olarak kabul edilebilir. “Masal”da vasıfları sayılan kadın, Kur’ân’da ideal kadının sembolü olarak anlatılan Hz Meryem’e de taban tabana zıttır. Buradaki kadın, Karakoç’un: “Çocukluktan çıkarken, cennetten olan ve Havva ile yeniden dünyayı aşıp cennete ulaşacak Âdemdir insan.”16 şeklindeki ‘insan’ tanımına da tezat oluşturmaktadır. Bütün bunların sebebi her iki tarafın da yaratılış gayelerinden uzaklaşmış olmalarıdır. Cennet kapısındaki yılanın sahte renkleriyle süslenen bu kadına kanan ikinci oğulun da kursağına iç hürriyeti bitiren buğday girmiştir. Arzusuna kavuşamaz, kendini heder eder, nihayetinde onu bir uçurumun başında bulurlar. Bilge baba ikinci oğlunun akıbetini yağmurlardan öğrenir. İşin sırrını öğrenmesi için üçüncü oğlunu gönderir: “Üçüncü oğul batıda Çok aç kaldı ezildi yıkıldı Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı Fakat batının büyüsü ağır bastı İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı Sonra büsbütün unuttu onları Şef oldu buyruğunda birçok kişi Kravat bağlamasını öğrendi geceleri Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler Patron oldu ama hâlâ uşaktı Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda Ondan hesap sordu o da Sırf utançtan babasına Bir çek gönderdi onunla Baba bu kâğıdın neye yarayacağını bilemedi Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı Bu yüklü çeki İyice yaşlanmıştı ama Vazgeçmedi koyduğundan kafasına Dördüncü oğlunu gönderdi batıya” Yukarıdaki mısralarda da ifade edildiği üzere üçüncü oğulu da, Batı medeniyetinin dayandığı önemli direklerden biri olan meta tuzağına düşürmüştür. Öyle anlaşılıyor ki, üçüncü oğulun hayattaki duruşunda, fikir ve aksiyonlarında maddiyat mühim bir yer tutmaktadır. Hedefe ulaşmada bir mânâ ifade eden maddî unsurlar, hedefin kendisi olmaya başlayınca her şey ters yüz olmuştur. Maddiyat, üçüncü oğulun kursağına da bir buğday olarak girmiştir. O da kanmıştıryılanın renkli pullarına. Büyük iş adamı ve işinde parmakla gösterilen biri olsa da, o asıl gâyesini unutmuş, ruhunu kaybetmiştir. Yeni edindiği ‘değerler’, onu uşak mizaçlı biri hâline getirmiştir. Her şeyi maddeden ibaret gördüğünden bir gün gazinoda karşılaştığı bir hemşehrisinin hatırlatması üzerine sırf utancından dolayı babasına yüklü bir çek gönderir. Baba, bu çeki yırtar ve oynasınlar diye köpek yavrularına atar. “Baba bu kâğıdın neye yarayacağını bilemedi /Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı” mısralarında bir ironi sezilmektedir. Kâinat kitabını okumasını bilen ve hadiselerin söylediklerini anlayan bilge babanın bu çekin ne ifade ettiğini bilmemesi mümkün değildir. Doğulu babanın gözünde, asıl gayeyi unutturan, hedefe ulaştırmayan veya hedefe ulaşmayı engelleyen unsurların hiçbirinin -bu yüklü bir çek bile olsa- zerre kadar değeri yoktur. “Dördüncü oğul okudu bilgin oldu Kendi oymak ve ülkesini Kendi görenek ve ülküsünü Günü geçmiş bir uygarlığa yordu Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı Batı bilginleri bunu kutladı O da silindi gitti binlercesi gibi Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan” Kendi değerlerini günü geçmiş köhne bir medeniyetin parçaları olarak gören dördüncü oğlun köleleştirici buğdayı da bilgi yoluyla girmiştir kursağına. Fakat buradaki bilgi İslâm’ın teşvik ettiği, insanın bu dünyadaki gaye ve vazifelerini idrak etmesine vesile olan bilgiden oldukça farklıdır. Bu bilgi, İlahî olanı reddetme üzerine bina edilen pozitivizm olarak düşünülebilir. Dördüncü oğulun bu durumu, Batılı “bilginlerce” kutlanır. “O da silindi gitti binlercesi gibi” mısraından da anlaşılacağı gibi, şiirde oğullar sembolik birer mânâ taşır. Her oğul, belki de kaybolan, kaybedilen nesillerin birer temsilcisidir. Derken baba, tabiat diliyle dördüncü oğulun da akıbetini öğrenir. Babanın bir şey demesine gerek kalmadan önce beşinci, ardından da altıncı oğul Batı kapılarına dayanır: “Beşinci oğul bir şairdi Babanın git demesine gerek kalmadan Geldi ve batının ruhunu sezdi Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair Topladı tomarlarını geri dönmek istedi Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini Kum gibi eridi gitti yollarda Sıra altıncı oğulda O da daha batı kapılarında görünür görünmez Alıştırdılar tatlı zehirli sulara İçkiler içti Kaldırım taşlarını saymaya kalktı Ev sokak ayırmadı Geceyi gündüzle karıştırdı Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara” Beşinci ve altıncı oğul da zaaflarının kurbanı olmuştur; bohem hayatı ve içkinin girdabına kaptırırlar kendilerini. Şiirde her bir oğulla bir kayma noktası işaretleniyor. İnsanın zayıf yanları, Batı’nın, Doğu insanının ruhuna sızma yolları gösteriliyor. Şiirde dikkati çeken en önemli şey, kendine has değerlerden uzaklaşan bütün oğulların kaymayla karşı karşıya kalmalarıdır. Buradan anlaşılıyor ki, Karakoç’a göre, Batı karşısında ayakta kalmanın en temel şartlarından biri, kendi değerlerinden kopmamak ve onlara sıkı sıkıya bağlı kalmaktır. “Baba ölmüştü acısından bu araYedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda Bir de o talihini denemek istedi Bir şafak vakti batıya erdi En büyük batı kentinin en büyük meydanında Durdu ve tanrıya yakardı önce Kendisini değiştiremesinler diye Sonra ansızın ona bir ilham geldi Ve başladı oymaya olduğu yeri Başına toplandı ve baktılar batılılar O aldırmadı bakışlara Kazdı durmadan kazdı Sonra yarı beline kadar girdi çukura Kalabalık büyümüş çok büyümüştü O zaman dönüp konuştu: Batılılar! Bilmeden Altı oğlunu yuttuğunuz Bir babanın yedinci oğluyum ben Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden Babam öldü acılarından kardeşlerimin Ruhunu üzmek istemem babamın Gömün beni değiştirmeden Doğulu olarak ölmek istiyorum ben Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var: Karşınızdakini değiştirmek Beni öldürseniz de çıkmam buradan Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki Fakat değişmeyecek ruhum Onu kandırmak için boşuna çok dil döktüler.Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı.Bu acıdan yer yarıldı gök yandı O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar En onulmaz yarası olanlar Ta kalplerinden vurulmuş olanlar Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar” Yedinci oğulla babası arasında önemli bir paralellik vardır. O da babası gibi kâinat kitabını okumaktadır. Bu durum şiirde “Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara/Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda/Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda” mısraıyla hissettirilir. Baharın, yazın ve güzün sırrına ermek, hayatın sırrına ermek olarak değerlendirilebilir. Bu durum, yani kâinatın/ tabiatın dilini okuma; insanı fıtrî olana ulaştırır. Bu husus, yedinci oğulun fıtrat dini olan İslâm üzerine hayatını devam ettirmesi şeklinde yorumlanabilir. Yedinci oğul da kendinden öncekiler gibi Batı’ya varır. Bundan da anlaşılıyor ki, Karakoç, başka medeniyetlerle karşılaşmayı hayatın vazgeçilmezlerinden biri olarak görmektedir. Ona göre; “Şeytansız insan düşünülemediği gibi, başka uygarlıkların soluğuyla karşılaşmayan medeniyet de düşünülemez.”17 Önemli olan; karşılaşma anında özünü koruyabilmek, sürçme zamanlarında tövbe edip öze dönebilmek veya düşüş olduğunda, bizzat düşüşün yaşandığı yerde tekrar ayağa kalkma iradesini gösterebilmektir. Çünkü zıtlıklar kendilerini en iyi bu tür yerlerde göstermektedir. İnsan, şeytanla en net mücadeleyi, onun kendini çektiği yerde, yani dünyada verecektir. Yitirilmiş Cennet’e uzanan yol dünyadan, yani topraktan geçmektedir. Yedinci oğul, Batı’nın en görkemli şehrinin en büyük meydanında kendini değiştiremesinler diye Allah’a yakarır. Gelen ilham üzerine olduğu yeri kazmaya başlar. Bu, Hz. Âdem Âleyhi’s-selâmın memnû meyveye uzandıktan sonradünyaya -toprağa, yani aslına- gönderilmesi gibi, bir nevi toprağa dönüştür. Bu, insanın aslî unsurlarına geri dönüşü, kendini yeni baştan yoklayışı, ölürken yeniden doğuşu demektir.18 Toprak aslî ve fıtrî olana bir çağrıdır; çünkü toprak insana yaratılışı hatırlatır.Mezar yeni bir dirilişe açılır. Tohum toprakta filizlenir.Batı’nın soluğu değmeden önceki hayatımızı, Hz. Âdem aleyhisselâmla Havva Validemizin Cennet’teki durumlarına benzeten Karakoç, Batı karşısındaki düşüşü Cennet’ten çıkarılmayla özdeşleştirir. Hz. Âdem aleyhisselâmın toprağa, yani dünyaya gönderilmesi, zellesini ebedî bir yükselişe çevirmeye vesile olduğu gibi, Doğu’nun da bu düşüşten kalkması için toprağa yani öze dönmesi gerekmektedir. Neden toprak? Karakoç toprağa çok farklı mânâlar yükler. Hz. Âdem’in (a.s) yaratılış malzemesi olan toprak ona göre, uykuda olan ilk insanî yığındır, Hz. Âdem’le (a.s) çiçeklenen, ruha kavuşan maddedir, Hz. Âdem’in (a.s) yücelerek terk ettiği, arkada bıraktığıve hatıra hâline getirdiği unsurdur.20 Karakoç, Hz. Âdem’in (a.s) yeryüzüne gönderilmesini, ‘insanın malzemesine döndürülmesi, yitirilmiş Cennet’i kazanması için yeni bir yolculuğa başlaması’ olarak yorumlar. O, toprağın nasıl bir diriliş vesilesi olduğunu şu sözlerle anlatır: “Seni çevreleyen ilâhî dünyayı gönlünde öldüreceğine, sen git ölümde yıkan, ölüm âb-ı hayatında yıkan ve ebedî hayat bularak geri dön. Toprak işte böyle bir çağrıdır insana. Kabirdir. Evet, toprak veya onun anlamlı, zamanlı, tarihli uzantısı dünya, bir kabir gibi insanı yeniler ve yerini yeni bir dirilişe hazırlar.”21 Karakoç bir ‘diriliş’ nazariyecisidir. Ona göre diriliş; İslâm’ı, tarih ve medeniyet perspektifinde açıklıkla ortaya koyma çalışması, İslâm medeniyetinin yeniden doğuş yolunu arama denemesi; insanın İslâm’da dirilmesi ve İslâm’la kurtulmasıdır. Diriliş demek, öze dönüş demektir. Masal şiirinde de anlatıldığı gibi, Doğu, yani İslâm medeniyetinin temsilcisi olan topluluklar, ruhî dinamiklerine gereken ehemmiyeti vermedikleri dönemlerde ciddi marazlara yakalanmışlar ve düşmanları karşısında çoğu zaman sarsılan, düşen, kaybeden taraf olmuşlardır. Fakat düşüşün yeni bir dirilişe basamak olması gerektiğini düşünür Karakoç. Yani İslâm medeniyetinin temsilcisi olan toplulukların hatalardan ders alarak, “Âdem’in şeytanla karşılaşması, yenilir gibi olup düşmesi, sonra tövbe yolunu tutup tekrar güçlenmesi gibi, başka uygarlıklarla büyük ve köklü karşılaştırmalar yapması gereklidir.”22Yedinci oğul bir diriliş eridir. O, Doğu’nun birikimlerine vâkıf olduğu gibi, Batı’nın plânlarını ve sinsi yönlerini de bilmekte ve onlara iradî bir tavır göstermektedir. Kardeşlerinin düştüğü değişim vartasının ruha sahte ilâhlar kazandırdığının farkında olan yedinci oğul, Batı’ya karşı başlattığı mücadelede, kendine yardımcı olsun diye Allah’a dua etmekte, kendini aşan şeyler karşısında sadece Yaratıcı’ya sığınmaktadır. Bu durum yedinci oğulun ruhen hür olduğunu gösterir; çünkü “metafizik özgürlük, Allah’tan başka ruha hükmedeci hiçbir güç tanımama demektir. O’na teslim oluş, fânîlere teslimiyetin sona erişi demektir.”23 Batı karşısında, vakur ve sağlam bir duruş sergilemesi, bu tavrını sürekli kılması, karşılaşabileceği zorluklar karşısında Allah’tan başka hiçbir güce sığınmaması, yedinci oğulun istiğna sahibi olduğunu gösterir. “Kırık Mızrap”ta; “İnsanlara el açmak, hep gîran geldi bize,/Mihrabı Hak olana bu türden gîran azap./Tatmadık hiç kimseden minnet kokan bir ihsan,/Vicdanı hür olana minnetli ihsan azap.” mısralarıyla anlatılan;“tezellülde bulunmama, kimsenin malında gözü olmama ve gönül zenginliği” gibi mânâlara da gelen istiğna, Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamak demektir. İstiğnanın; kanaat, zühd, hasbîlik, izzet ve iffet gibi mefhumlarla sıkı münasebeti düşünüldüğünde, yedinci oğlun asil duruşunun mânâsı ve diğer altı oğlun karşılaştıkları hâdiseler karşısında zillete düşmeleri daha iyi anlaşılacaktır. İstiğnanın ne olduğunu hakkıyla bilmeyenlerin veya onu ruhunda hissetmeyenlerin bir cemiyet, millet ve medeniyet için kıymeti ölçülemeyecek değerlerden çok kolay vazgeçme ve onlara her zaman bir bedel biçme ihtimalleri vardır. Yedinci oğulun değiştiremesinler diye kendini yarı beline kadar toprağa gömmesi, davası uğrunda nefsi feda edişi de akla getirir. Bir tür kurban oluştur bu. Kurban sembolünün ise Karakoç’ta tedaileri oldukça geniştir. ‘Kurban’ demek, Allah’ın takdirine boyun uzatmak demektir. Hakikat medeniyetinin temelinde kurban kanı vardır. Kurban; Hz. İbrahim aleyhisselâm ile Hz. İsmail aleyhisselâm arasındaki hâdisede olduğu gibi, bir irade ve gönül imtihanıdır. “Nasıl, her mümin kendi içinde kendine bir oğuldan daha sevgili olan nefsini, hakikat önünde kurban etmeye razı olmadığı sürece kendine açık ilerleyiş yolunu bütünüyle almış sayılmazsa, hakikat medeniyetinin de, her an kendi içinde öz eleştirisini yapan, ruh tıkanıklık ve tükenikliklerinin karşısına kılıçla ateşle dikilen bir İbrahim’e ihtiyacı vardır.” Kurbanların herhangi bir arızalarının olmaması esastır. Bu, yedinci oğulda ruh arızasının olmaması şeklinde kendini gösterir. “Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler/O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı” mısraları ‘riyazet’ kavramını da zihinlere düşürmektedir. Riyazet iki türlüdür: Birincisi vücudu yemekten, içmekten, uykudan alıkoymaktır. Birinci riyazet, ikinciye geçiş imkânı sağlar; yani ilkin vücut, aç, susuz ve uykusuz bırakılarak ruh riyazetinin kapısı çalınır. “O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı/Bu acıdan yer yarıldı gök yandı/O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı” mısraları ölüme meydan okumanın bir ifadesi olarak da yorumlanabilir. Karakoç’a göre diriliş, yani bâsübâde’l-mevt; bir düşüş sürecinin, ölümün akabinde gelir. Ona göre diriliş başladığı andan itibaren, eşya kurallarının hükmü biter ve ölüm dâhil her şey diriliş karşısında seyirci kalır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ‘Masal’, ruh krizinin sebeplerini, nesiller üzerindeki tesirini, düşüşün başlangıcından dirilişe kadar geçen süreçle, dirilişin unsurlarını işleyen bir şiirdir. Karakoç, Osmanlı’nın son dönemlerindeki bunalımın çok cepheli bir ruh krizi olduğunu belirttikten sonra, bundan kurtuluşun metafizikten bilime, edebiyattan siyasete kadar hayatın bütün unsurlarını kucaklayan bir diriliş hareketiyle mümkün olacağını ifade eder. Ona göre insanın iki aslı vardır: madde ve ruh. İnsan bu iki asıl arasında bir daire üzerinde dönerek gelişmesini tamamlar. İnsan sadece maddî aslını önemser, ruha dair derinliğini unutur ve onun üzerinde yücelmeyi düşünmezse maddeden de öteye fırlatılır. Aşağıların aşağısına indirilir.28 Masal’da, yedinci oğul diğerlerinden farklı olarak ‘düşüşün mânâsını bilmiş ve yücelmenin sırrını kurcalamıştır.’ Bu niyeti onu, başkalarının da gıptayla baktığı yüce bir mevkie taşır. Şiire başlık olarak seçilen “Masal”; edebiyatta ‘olağanüstü unsur, kahraman ve hâdiselere ver veren hikâye’ şeklinde tarif edilir. Manzum bir hikâye şeklinde kaleme alınan esere bu başlık konulmak suretiyle dikkatler olağanüstü bir hâdiseye çekilmek istenmiştir. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri süregelen bir mücadelenin 18, 19 ve 20. yüzyıllardaki durumunun resmedilmesidir hâdise. Şeytanın hileleri; Batı medeniyetinin çekici yanları, yani yılanın sahte renklerle cilalanmış pulları olarak belirmiştir. Bu pullar, her fıtrata göre kendini farklı şekillerde gösterebilme kabiliyetine sahiptir; her ruhun kayma noktalarını, kaleyi içten ele geçirme yollarını iyi bilir. Karakoç’a göre, “Şeytan büsbütün yalana dayanmaz, büsbütün hakikate dayanmadığı gibi. Bir psikolojik realiteden çıkar yola.”29 Acaba Cennet’te hangi noktalardan hareketle Hz. Âdem aleyhisselâm’a yaklaşmak istedi.Elbette, “Ben Allah’a isyan ediyorum.” demedi apaçık. Belki de insanı Cennet’ten ayrı düşürme adına, Allah’ı yüceltiyor gibi göründü. Batı’nın ilk oğula karşı babayı yüceltmesi gibi. Şiirdeki her bir oğul bir nesil olarak ele alınırsa, ilk oğul, Lâle Devri nesli olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu devir, bizde gerileme devri olarak kabul edilse de, Batı’da, özellikle Fransa’da, Osmanlı modası başlamış ve Türk kültürüne ait elbiseler, içecekler, müzikler soylularca imtiyaz unsuru olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Diğer oğullarsa Tanzimat’tan günümüze uzanan çizgide, bir neslin veya gürûhun temsilcisi olarak düşünülebilir. Karakoç, Doğu insanından Batı’nın kendine empoze ettiği bütün kavramları yeniden hesaba çekmeye, onlara kendi eliyle giydirdiği ‘harikalık’ kılığını soymaya, onları asıl kimlikleriyle anlamaya ve ondan sonra da Batı’nın hakiki portresini bu malzeme ile yeniden çizmeye davet eder. O, Batı’nın efsane ve masal havasından sıyrılıp gerçek çehresiyle çizilebildiğinde yaşanacak hissi, masallarda kendini genç ve güzel gösteren büyücü kocakarıların, sihir bozulduğunda ortaya çıkan yüzlerinin masal kahramanına yaşattığı hisse benzetir. Karakoç, Batı’nın büyüsünü bozacak, onun hakiki yüzünü ortaya çıkaracak ruh kahramanı nesli önemser ve “Batı ruhunun maskesini kaldıracak ruh kahramanı Asya nesli neden gözükmüyor?” diye sorar. İsmine ve muhtevasına bu açıdan bakıldığında şiir, yeni ve orijinal başka yorumlara da imkân verecektir. Masallarda iyiyle kötünün mücadelesi söz konusudur. “Masal” şiirinde de bir mücadele vardır. Buradaki mücadeleye çeşitli tedailer kazandırılmıştır. Fakat yukarıda da belirtildiği üzere, bu mücadelede Osmanlı’nın son dönemleriyle günümüze kadar geçen süreç resmedilmektedir. Masallarda sıklıkla ‘uyutulma’ motifine başvurulur. Masal şiirinde de bir uyutulma söz konusudur. Bu gerçek bir uykudan ziyade ruhların uyutulmasıdır. Nesiller boyu süren, ölümle eşdeğer olan bir uyku. Masallarda bir dönüşüm söz konusudur. Şiirin son tarafında özellikle yedinci oğulun anlatıldığı kısımda bu değişme açık şekilde görülmektedir. Yedinci oğul kendinden öncekilerin değişerek düştükleri vartaya düşmeyerek, düşmeyeceğini haykırarak değişmeyi değiştirmiştir. Şiirin baş tarafında birinci oğulun yaşadığı değişme menfi yöndeyken, yedinci oğulun değişime karşı dik duruşu müspet yöndedir. Bu durum, masallardaki ‘uyandırılan prenses’ sembolünü hatırlatır. Nesiller boyu süren uyku bitmiş gibidir. Masallardaki ‘elma’ sembolünün karşılığı “Masal”şiirinde gönül çelici Batı renkleridir. İlk altı oğlukendi değerlerinden uzaklaştıran unsurların bütünüdür ‘elma.’ Şiirde elmaya yüzün dönmesi durumunda değişme başlamaktadır.Masallardaki ‘ayna’ sembolü “Masal” şiirinde farklı bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. İlk altı oğul ayna karşısında âdeta dış taraflarını düzeltmeye çalışırken, yedinci oğul iç güzelliğine önem vermektedir. Dışı önemseyen dış karşısında benliğini kaybederken, içi önemseyen ruhu sayesinde dış unsurları şekillendirir.Masallarda genellikle ‘–miş’li geçmiş zaman’ kullanılır, “Masal” şiirinde ise genel olarak ‘-di’li geçmiş zaman’ yani ‘bilinen geçmiş zaman’ kullanılmıştır. Bu durum önemli bir hakikate tekabül eder: –miş’li geçmiş zamanın bir hususiyeti de hâdiseyi anlatanın, anlattığına inanmamasıdır; bu açıdan meseleye yaklaşıldığında, Karakoç’un “Masal” şiirinde, –miş’li geçmiş zaman yerine genellikle -di’li geçmiş zamanı tercih etmesi, anlattığı hâdiseye inandığını gösterir. Yani şair gerçek bir hâdiseyi, masal formatında vermeyi hedeflemiştir. “Masal” şiiriyle Yahya Kemal’in “Mehlika Sultan” şiiri arasında önemli paralellikler vardır. Mehlika Sultan şiirinde, rüyalarına giren muamma güzeli görmek için Kaf Dağlarına yolculuğa çıkan yedi gencin hazin macerası anlatılır. “Masal”da ayrıntılı olarak vasıfları anlatılan Batı medeniyeti, Mehlika Sultan’da, sadece gönül çelici renklerin ışığında “uzun gözlü, uzun saçlı bir peri” olarak tasvir edilir. Masal’da ilk altı oğulun akıbeti ölümle veya geri dönüşü olmayan bir mecnunlukla verilirken, Mehlika Sultan’da yedi âşığın hayal kırklığı “çıkrığı yok bir kuyu” sembolüyle anlatılır. Her iki şiirde de en küçük yolcunun (Masal şiirinde yedinci oğuldur) karşı tarafa bir başkaldırısı söz konusudur. Bu başkaldırı “Mehlika Sultan”da “çıkarılıp atılan yüzük” sembolüyle verilir. Kültürümüzde çıkarılıp atılan yüzük, akdin bozulmasını, beraberliğin sona ermesini ifade eder. Masal’da, yedinci oğulun inançlı biri olduğu açık açık verilirken, Mehlika Sultan’da “en küçük yolcu”nun inançlı olduğu, “gümüş yüzük” sembolüyle hissettirilir. Her iki şair de farklı üslûplarla da olsa, günün birinde inançlı bir nesille öze dönüşün mümkün olacağı müjdesini vermektedir. Mehlika Sultan şairine ithaf edilen “Kırık Mızrap”taki “Işığa Gönül Verenler” şiirinde ise bu müjdelenen neslin rüyaları, faaliyetleri ve ruh hâlleri duru bir üslûpla gözler önüne serilir: “Işığa gönül vermiş bu yiğitler, Bir gece sonsuza yelken açtılar. Işığa gönül vermiş bu yiğitler, Geçerken her yere nûrlar saçtılar.Rûhlarını sardığı günden beri, Solmayan güzelliklerden akisler; Her gece rüyâlarında bir peri, Onlara öteden türküler söyler... Yâr deyip gezerler gözleri giryân, Hülyalarında hep o eşsiz dilber, Ruhlarında iman ve pür-heyecan; Gözetirler dört bir yanı beraber.”…Yahya Kemal ve Sezai Karakoç’un özlemini çektikleri, vasıflarını ancak bir “masal” dünyasının içinde ifade edebildikleri yedinci oğul, bugün belki yücelere adanmış ruh dünyasını cihan coğrafyasına ilmik ilmik dokuma gayretinde olan “örnekleri kendinden”bir nesle karşılık gelmektedir. Bu neslin vesile olduğu güzellikler bizlere özlenen günlerin “masallarda” kalmayacağının müjdesini vermektedir.Dipnotlar1. Emre, Akif. Karakoç’ta Devlet ve Siyaset Tasarımı, Kahramanmaraş’ta Sezai Karakoç’la Kırk Saat Sempozyum Sunumları, s. 67, Kahramanmaraş Belediyesi Kültür Armağanı, 2006.2. Özbay, Mahmut. Diriliş Düşüncesinde Medeniyet Anlayışı, Kahramanmaraş’ta Sezai Karakoç’la Kırk Saat Sempozyum Sunumları, s. 140, Kahramanmaraş Belediyesi Kültür Armağanı, 2006. Bknz: Karakoç, Sezai. ‘Düşünceler 1, Kavramlar’, 3. Baskı, s. 9, Diriliş yay., 2005.3. Karakoç, Sezai. ‘Yitik Cennet’, Diriliş yay., s.73, İst. 1979.4. Karakoç, Sezai. “Ak ve Kara”, Sûr, Diriliş yay., , s. 59, İst., 1975.5. Karakoç, Sezai. ‘Yitik Cennet’, s.73.6. Karakoç, Sezai. age s. 85.7. Emre, Akif. Karakoç’ta Devlet ve Siyaset Tasarımı, Kahramanmaraş’ta Sezai Karakoç’la Kırk Saat SempozyumSunumları, s. 68, Kahramanmaraş Belediyesi Kültür Armağanı, 2006.8. Karakoç, Sezai. “Ak ve Kara”, Sûr, Diriliş yay., , s. 59, İst., 1975.9. Karakoç, Sezai. Yitik Cennet, s. 7.10. Karakoç, Sezai. age s. 8.11. Karakoç, Sezai. age s.19.12. Karakoç, Sezai. age s. 12-13.13. Karakoç, Sezai. age s.11.14. Karakoç, Sezai. age s.11.15. Karakoç, Sezai. age s.99.16. Karakoç, Sezai. age s. 17.17. Karakoç, Sezai. age s.9.18. Karakoç, Sezai. age s.22.19. Karakoç, Sezai. age s.39.20. Karakoç, Sezai. age s.22.21. Karakoç, Sezai. age s.23.22. Karakoç, Sezai. age s.9.23. Karakoç, Sezai. age s.71.24. Karakoç, Sezai. age s.67.25. Karakoç, Sezai. age s.54.26. Karakoç, Sezai. age s.27.27. Karakoç, Sezai. Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi 1, s. 11528 Karakoç, Sezai. Yitik Cennet, s.28.29 Karakoç, Sezai. age s.8.30 Karakoç, Sezai. Çağ ve İlham 2, Dördüncü Baskı, Diriliş yay., s. 15,16, İst. 1986.

İçindekiler Kategoriler Arama Tavsiye et Yayın ilkeleri Bağlantılar Hakkımızda


Yağmur Dergisi Üç aylik Dil-Kültür ve Edebiyat DergisiEmniyet Mahallesi Huzur Sokak No:5 Üsküdar / istanbul Tel : 0 216 318 60 11 Faks:0 216 318 53 14

KUREYŞ İN HATİBİ

Kureyş’in Hatibi / Ümit KESMEZ

Seçkin bir muhitte dünyaya gelmişti; sözüne kulak verilir ve bir dediği de iki edilmezdi. Meclislerin aranan adamıydı; kalabalıklar, beyanındaki güce hayran kalır, cazibesine kapılıp giderdi. Dilindeki selâset, hitabetindeki cezâlet ve sözündeki insicâmdan dolayı kendisine, ‘Kureyş’in Hatîbi’ deniliyordu; hitâbet denilince akıllara gelen ilk isim o idi. Şöhretini gölgede bırakıp konumunu sarsan haber Hira’dan gelmişti; ‘Muhammedü’l-Emîn’ bir vuslat yaşamış ve insanlığa yeni bir hitabetle geliyordu! Belli ki artık hitabet adres değiştirecek, o güne kadar çok cazip gelen ifadeler insanlar için bir şey ifade etmeyecekti. Bunu görmek için çok beklemelerine de gerek kalmadı; zira birer ikişer insanlar, eski hatiplerini yalnız bırakmaya başlamış, karşılarına çıkan yeni beyana gönül verir olmuşlardı. Canını sıkan gelişmelerdi bunlar. Kendini, tarifi imkânsız bir sıkıntı içinde hissediyordu. Eski tadı kaçmış, kendisine rağmen gelişen hadiseleri yönlendiremediğine yanan birisi hâline gelmişti. Zira üç kardeşi, iki damadı ve onlarla birlikte iki kızı da, hitabet kürsüsünü değiştirenler arasındaydı. Omuzlarında yükselmeyi beklediği en yakın dayanaklarını kaybediyordu. Onu asıl yıkan hadise, büyük oğlu Abdullah’ın da bu beyanın cazibesine kendini kaptırıp babası Süheyl İbn Amr’ı hitabet kürsüsünde yalnız bırakmış olmasıydı. Zaten bir süredir rekabet hissinin tetiklediği duygularına yalnız bırakılmanın acıları da eklenince Süheyl ibn Amr, sözünün hedefini değiştirecek ve Mekke’den gelen yeni habere karşı bayrak açacaktı. Zira bir tarafta kitleler önünde eğilip temenna dururken, en yakınındakilerin başka kapıya yönelmesini bir türlü hazmedemiyordu. Gerçi kulağına kadar gelen beyanlar hoşuna da gitmiyor değildi; ancak ne kadar güzel olursa olsun, kabile mantığının egemen olduğu bir muhitte öncelik yakınlarda olmalı ve aynı kanı taşıdığı bu insanlar, hitabet meydanında sadece ona kulak vermeliydi. Karmakarışık duygular içinde yönünü tayine çalışırken Ebû Cehil, Ebû Leheb, Ukbe ibn Ebî Muayt, Velîd ibn Mugîre, Âs ibn Vâil, Utbe ve Şeybe kardeşler gibi Mekke önderlerine kulak vermeyi denedi. Onlar da kendisinden farklı düşünmüyorlardı; imkân ve konumlarını kaybedeceklerinin endişesiyle açıktan tavır almış, ‘karşı taraf’ olarak niteledikleri düşünceye, doğru olup olmadığını anlamaya bile çalışmadan daha baştan ve toptan karşı çıkıyorlardı. Şimdi ayaklarının yere daha sağlam bastığını hissediyordu. En azından yalnız değildi; Kureyş’in efendileriyle birlikte hareket ediyordu! Kardeşleriyle damatlarına kızsa da onlar için yapabileceği bir şey yoktu; evleri ayrı, maişetleri ayrı ve yolları da farklıydı. Hıncını alıp da yola getirebileceği (!) bir oğlu Abdullah kalıyordu ortada ve bundan sonra o, akla hayale gelmedik işkencelere başvuracak, böylelikle oğlu Abdullah’ı önünde diz çökmeye zorlayacaktı. Sanki söz ustası Süheyl gitmiş ve adeta yerine, beyan meydanında kaybettiğini şiddetin yardımı ve kaba kuvvetin diliyle toparlamaya çalışan bambaşka birisi gelmişti! Akşamlara kadar işkenceyle yoğurup her sabaha yeni bir mihnetle uyandırdığı oğlunu hizaya getirdiğini düşündüğü bir sırada Hz. Abdullah, onun elinden kaçacaktı; kendisi gibi mihnet kurbanlarıyla beraber gizlice Habeşistan’a hicret etmişti. Bu, Süheyl için yeni bir yıkım demekti ve artık çileden çıkmış, bütün bütün dengesini kaybetmişti. Kin ve nefretten başka bir şey düşünmüyor, dar kalıpların sığlaştırdığı dünyasına intikam hırsından başka bir hissi de misafir etmiyordu. Bu duygularını tatmin edeceği fırsatı yakalaması uzun sürmedi; Mekkelilerin Müslüman olduğu şayiasının gelmesi üzerine, diğer Habeşistan muhâcirleri gibi oğlu Abdullah da yaklaşık üç ay sonra geri gelecek ve çaresiz, öfkeyle kabaran babasının nefret tuzağına düşecekti. Artık onun için günler, Habeşistan öncesine rahmet okutacak kadar karanlıktı ve günün birinde dayanamayıp Hz. Ammâr misâli, babasının arzusuna ‘evet’ demek zorunda kaldı. Bedir’e kadar da bu hâl üzere devam edecekti.Bundan böyle Süheyl, kemikleşmiş bir cephenin adamıydı; yanına yaklaşıp da fikrine müracaat edildiğinde insanları kin ve nefretle yönlendiriyor, hiç olmadık isimleri bile hakka karşı şiddete teşvik ediyordu. Hâlbuki Ebû Kubeys tepesine çıkıp da o günlerde kendilerine hitap eden Habîb-i Kibriyâ’nın özü sözü doğru ve güvenilir bir insan olduğunu tasdik edenlerden birisi de o idi. Belki de en çok buna yanıyorlardı; onca gayrete rağmen bir türlü açığını bulamıyorlardı. Ebû Tâlib’in huzuruna girip de yeğenini kendilerine teslim etmelerini söyleyen, Allah Resûlü (sas) Tâif’e gittiğinde O’nu yeniden Mekke’ye sokmama kararı alan ve en son Dâru’n-Nedve’de Resûlullah’ı öldürme fikrinde birleşenlerin arasında Süheyl ibn Amr da bulunuyordu. Hicret sonrasında daha da kasvete bürünen Mekke, tufan olup Medine’ye akmak üzereydi! Beklendiği gibi o gün Süheyl İbn Amr da Mekkelilerin kin ve nefret ağına rüzgar salanların başını çekenler arasındaydı. Şam’a giden kervanın tehlikeyle karşı karşıya olduğu haberini alır almaz Kureyş’i bir araya toplayacak ve onlara şöyle seslenecekti:- Onlar sizin kervanınızın peşine düşmüş iken sizler, Muhammed ve arkadaşlarını kendi hallerine mi bırakacaksınız! Mal isteyene işte mal; silah isteyene de işte silah! Söylediklerinin arkasında duran bir insandı ve bunu fiilen de gösterecekti; elindeki imkânları seferber edip Mekke ordusunu ayakta tutacak bağışlarla ‘cömertliğini’ ortaya koyuyor ve bunlarla Ebû Cehil ordusuna açıktan destek veriyordu! Dize getirdiğini düşündüğü oğlu Abdullah’ı da Bedir’e yanında götürmüştü. Karşı çıkıyor gibi gözükse de kalben kurban olduğu Resûlullah’a karşı kılıç sallayacaktı Hz. Abdullah! Ne büyük bir imtihandı bu onun için. Ancak yollar Bedir’de buluştuğunda o, babasının yanından kaçacak ve Süheyl gibilerin düşman gördüğü Allah Resûlü’nün yanındaki yerini alacaktı. O gün Süheyl ibn Amr’ı yalnız bırakan sadece oğlu da değildi; yıllardır yedikleri ayrı gitmeyen müttefiki ve dostu Umeyr ibn Avf da saf değiştirmiş, Hz. Abdullah’la birlikte Medine ordusuna katılmıştı. Tam da artık ‘adam oldu’ diyerek yanında taşıdığı oğlu ile dostu Umeyr’in bu hareketi, kin ve nefretini bir kat daha artırmış, savaşa da bu hırsla başlamıştı! Ancak kaderin hükmü daha farklıydı; savaşın sonunda Süheyl ibn Amr da esirler arasındaydı.Onu esirler arasında gören Hz. Ömer, hızlı adımlarla Allah Resûlü’nün yanına yaklaştı. Hitabetiyle Kureyş’i tetikleyen Süheyl’in haddini bildirmek için onu kendisine bırakmasını isteyecekti:- Onu bana bırak yâ Resûlallah! Bırak ki dişlerini sökeyim ve sarkan diliyle bir daha hiçbir yerde ve ebediyen Sen’in aleyhinde konuşamasın. Ancak Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) aynı kanaatte değildi:- Bırak yâ Ömer, diye başladı sözlerine. “Bırak ki gün gelir Süheyl ibn Amr da senin hoşuna giden şeyler söyler!” Bedir’de nefislerine ve şeytana kurban gidenlerle birlikte başını kaybedeceğini düşündüğü bir sırada ona da hürriyet yolu gösterilmişti. Şiddet beklediği kapıdan gördüğü bu rahmet esintisine bir mana veremiyordu; öldürmeye hayatını adadığı bir insan, hayatını bağışlıyor, öldürmeye imkânı varken af yolunu tercih ediyordu! Aynı fırsatı kendisi elde etmiş olsaydı neler yapmazdı ki!Mekke’ye döner dönmez bunu da unutacak, gördüğü iyilik aklına bile gelmeyecekti. Zira Bedir’de kalanlara gözyaşı dökmek bile yasaklanmış, Kureyş intikamdan başka bir şey konuşmaz olmuştu. Üstelik büyük oğlu Hz. Abdullah’tan sonra şimdi de, diğer oğlu Ebû Cendel Müslüman olmuştu. Artık daha tecrübeliydi; büyük oğlu Abdullah’a yapamadıklarını Ebû Cendel’e tatbik etmek istiyor, kaybettiklerinin hıncını ondan çıkarmaya çalışıyordu. Uhud’a da aynı niyetle gelmiş, Hendek’te aynı duygularla hazır bulunmuştu. Ancak gülen taraf bir türlü onlar olamıyordu! Medine’den yayılan Nûr’u durdurabilmek için akla hayale gelmedik yollara başvurmuşlar, ama her seferinde yine elleri boş dönmek zorunda kalmışlardı. Derken bir gün, 1400 ashabıyla birlikte Allah Resûlü’nün Mekke’ye doğru yola çıktıklarının haberiyle sarsıldılar; silahsız, ihramlarını giyip yanlarına da kurbanlıklarını almış ve sadece ‘umre’ vazifelerini gerçekleştirmek için geliyorlardı. Gelenler arasında oğlu Hz. Abdullah ile artık Müslüman olup Medine’ye hicret etmiş bulunan yakın dostu Umeyr de vardı. Müslümanların geliş niyeti ne olursa olsun, Kureyş onları Mekke’ye sokmamakta kararlıydı; giderek güçleri zayıflıyor olsa da böyle bir çıkışı asla kabul etmeyeceklerini söylüyor, canları tenlerinde olduğu müddetçe böyle bir zillete karşı koyacaklarına dair yeminler ediyorlardı! Hemen bir durum değerlendirmesi yaptılar ve neticede aralarından dört kişiyi seçerek onları, bu krizi yönetmekle görevlendirdiler. Bu dört kişiden birisi Süheyl ibn Amr idi. Umre yolcularını Hudeybiye’de durdurmuşlardı. Günlerce devam edip giden görüşmeler netice vermiyor ve bir türlü sonuç alınamıyordu. Mekkelilerin her türlü tahriklerine rağmen Efendiler Efendisi, onlarla sulh yapıp geri dönmeyi arzu ediyor, gerilimi tırmandıracak en küçük bir harekete bile izin vermiyordu. Derken bir gün, uzaktan Süheyl ibn Amr’ın geldiği görüldü. Kamer misal yüzlerinde tebessüm belirmişti Sultan-ı Rusül’ün. Zira Süheyl’i tanıyordu. Onu Tâif dönüşünde de yoklamış, ancak o, “Âmir oğulları Ka’b oğullarına asla eman veremez.” diyerek Allah Resûlü’nün uzattığı eli sıkmamıştı. Belli ki gelişini onun için yeni bir fırsat olarak düşünüyordu: - Umulur ki iş kolaylaştı, buyurdu önce. Zira Süheyl, kelime olarak “kolaycık” manasına geliyordu. Ancak o gün Süheyl’in işi kolaylaştırma gibi bir niyeti olmadığı gibi, her hamleyi çıkmaza sokma gibi bir tavrı vardı. Buna rağmen, tercihini sulhtan yana yapan Efendiler Efendisi’nin gayretleriyle sulh akdi imzalanacaktı. Uzun görüşmelerin sonunda her şey madde madde konuşulmuş ve bir karara bağlanmıştı. O maddelerden birisi de, Mekke’den Medine’ye gidip iltica edenlerin Mekke’ye teslim edilmesini gerektiriyordu. Sıra, bu maddeleri kayda geçirmeye gelmişti. Resûl-i Kibriyâ Hazretleri yanına Hz. Ali’yi çağırdı:- Yaz, diyordu. “Bismillâhirrahmânirrahîm!”Süheyl’in hiddetle yerinden fırladığı görüldü; delicesine itiraz ediyordu:- Rahman da ne? Vallahi ben onu tanımıyorum. Bunu ben bilmiyorum; sil onu ve ‘Bismikallahümme’ diye yaz!- Vallahi de biz, ‘Bismillâhirrahmanirrahîm’den başkasını yazmayız, şeklinde yükselen itirazlara rağmen Allah Resûlü (sas), Hz. Ali’ye seslenecek ve Süheyl’in dediğine uygun yazması için beyan buyuracaklardı. Ardından yine döndü ve: - Yaz, dedi. “Bu, Allah’ın Resûlü Muhammed ile Amr’ın oğlu Süheyl’in arasında…”Daha cümlesini bitirmemişti ki cinnet hâli iyiden iyiye nükseden Süheyl yine araya girdi: - Vallahi de, diyordu. “Senin Resûlullah olduğuna inanmış olsaydık, ne Kâbe’yi ziyaretine engel olup yolunu keser, ne de seninle bu kadar savaşıp kan dökerdik. Onu da sil ve benimkinde olduğu gibi kendi adınla babanın adını, ‘Muhammed ibn Abdillah’ diye yaz!”Onlar sildirmek istese de Habîb-i Zîşân Hazretleri (sas), Allah’ın Resûlü’ydü ve buna rağmen onu da silmesini söyledi Hz. Ali’ye. Ancak, Hz. Ali’nin “Resûlullah” kelimesini silmeye gönlü razı olmayacaktı. Bunun üzerine onu bizzat Allah’ın Resûlü (sas) silecek ve yerine “Abdullah’ın oğlu Muhammed” diye yazdıracaktı. İsteklerinde direnen ve güya istediğini elde eden Süheyl ibn Amr mutlu gözüküyordu. Ancak bu mutluluğu da uzun sürmeyecekti. Anlaşma maddeleri henüz yazıya geçirilmişti ki, kolu kanadı kırık ve bitkin bir delikanlının uzaktan düşe kalka geldiği görüldü. Ashab merakla geleni süzmeye çalışsa da Süheyl hemen tanımıştı onu; Hudeybiye’ye çıkmadan önce iyice bağlayıp hapsettiği küçük oğlu Ebû Cendel geliyordu. Burnundan soluyan bir eda ile: - İşte, yâ Muhammed, diye bağırdı. “İlk icraatımız bu olacak ve vereceksin bunu bana. Zira bu gelmeden önce benimle senin arandaki anlaşma tamam olmuş ve iş bitmiştir. Bundan sonra ben, anlaşmayı bozamam ve Allah’a yemin olsun ki bundan sonra da asla sizinle bir anlaşma içine girmem!”- En azından bu istisna olsun, diyerek Ebû Cendel’in acısını dindirmek istese de Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Süheyl’in geri adım atmaya niyeti yoktu; gerekirse anlaşmayı feshedeceği tehdidini savuruyor; oğlunun kendisine teslim edilmesi talebini tekrarlayıp duruyordu. Hudeybiye Ebû Cendel’in yalvaran feryatlarıyla yankılansa da Süheyl’in tavrında bir değişiklik olmayacak, çığlıklar içinde çırpınan oğlunu kolundan tutup Mekke’ye götürecek ve işkenceye devam edecekti. Aradan iki yıl daha geçmiş, anlaşmayı bozan yine Kureyş olmuştu; gecenin karanlığından istifade ederek bir köye saldırıp, çoluk çocuk, yaşlı kadın demeden yirmi üç kişiyi öldürmüşlerdi. Yine Süheyl İbn Amr, başı çekenler arasındaydı. Üstelik meydan okumaya da devam ediyorlardı. Anlaşılan, müjdesi verilen fethin vakti gelmişti ve Resûl-i Kibriyâ Hazretleri, on bin ashabıyla birlikte arzın kalbine doğru yeni bir yolculuğa başladı. Süheyl İbn Amr gibiler karşı koymaya çalışsa da bu yolculuk o gün büyük fetihle neticelenecek, Mekkeliler beklemedikleri bir şefkatle karşılaşacaklardı. Mekke de Mekkeliler de dize gelmişti. Kâbe’ye yönelen Allah Resûlü’nün yanına bir aralık Süheyl İbn Amr’ın büyük oğlu Hz. Abdullah yaklaştı:- Yâ Resûlallah, diyordu. “Babam.. babam Süheyl için de eman verip onu da bugün affeder misin?”Şefkat Nebisi, oğul Abdullah’ın vefa dolu yüzüne baktı tebessümle ve istediğinden daha fazlasını söyledi ona:- Evet, dedi. “Allah’ın emanıyla o da emindir; o da ortaya çıksın artık. Zaten Ben, Süheyl gibi akıllı bir adamın, bunca yıldır küfür içinde kalışına bir mana veremiyordum!” Sonra da yanındakilere yöneldi ve yüksek sesle şunları tembih etti:- Sizlerden her kim Süheyl ibn Amr ile karşılaşırsa, sakın kötü nazarla bakıp incitmesin onu. Açığa çıksın ve gizlenmesin artık o da. Ömr-i hayatıma yemin olsun ki Süheyl, akıllı ve şeref sahibi birisidir; zaten Süheyl gibi birisinin, İslâm’a cahil kalması da düşünülemez. Gerçi o da, bugüne kadar bulunduğu yerin kendisine fayda vermediğini anlamış bulunuyor! Hz. Abdullah, çocuklar gibi sevinçliydi; babasına da kapılar aralanmış, onun da kurtuluşa erebileceği bir fırsat doğmuştu. Bir çırpıda koştu babasının saklandığı yere. Bir an önce konuşmak ve merak içinde bir o yana bir bu yana dönüp duran Süheyl ibn Amr’a, Resûlullah’ın şefkat yüklü haberini ulaştırmak istiyordu.Duyduklarına inanamıyordu Süheyl; bu ne civanmertlikti böyle! Bedir’i de aşkın bir affa mazhar oluyordu. Üstelik yaptıklarının hesabı sorulacak diye beklerken bir de iltifat görüyor, beyandaki sıcaklıkla yepyeni bir dünyaya davet alıyordu! Hayret ve takdir hisleriyle dolmuş, Allah Resûlü’nü kastederek dudaklarından şu cümleler dökülüyordu:- Vallahi de O (sallallahu aleyhi ve sellem), eskiden nasılsa güç ve kuvvet sahibi olduğunda da aynı tavrı sergileyen ne büyük bir iyilik sahibidir.Ardından vakit kaybetmeden oğlu Hz. Abdullah ile birlikte çıktı yola; Kâbe’ye geliyordu! Sanki Mekke’ye melekler inmişti; karşılaştığı herkesten ayrı bir iltifat görüyor, endişelerinin aksine candan bir sıcaklıkla muhatap alınıyordu. Kâbe’nin etrafını çeviren kalabalıkların arasından gözüne, eşikte durup insanlara seslenen Muhammedü’l-Emîn ilişmişti; yine keremini konuşturuyor ve Mekkelilere nasıl bir muamele beklediklerini soruyordu. Derin bir sessizlik kaplamıştı her yeri; başlar öne eğilmiş, sararan yüzler mahcubiyetin kollarında esir gibiydi. Cevap verme cesareti bile gösteremiyorlardı!İş başa düşmüştü ve Kureyş’in Hatibi, cesaretini toplayarak ayaklarının ucunda yükseldi ve şöyle seslenmeye başladı:- Hayır murad ediyor ve hayır bekliyoruz; zira Sen, Kerîm oğlu Kerîm’sin; biz de Sen’den kerem bekleriz!Dönüp de sesin geldiği yöne bakanlarla göz göze gelmişti. Tükendiklerini düşündükleri yerde Mekkelileri kurtaran cümlelerdi bunlar. Evet, bu sözlerin sahibi Süheyl ibn Amr idi ve bununla o, yıllarca kendisine yapılan kötülükleri yok sayıp da, her şeye rağmen kardeşlerini affeden Hz. Yûsuf’u hatırlatmak istiyordu. Sözün hasından en iyi Söz Sultanı anlardı; Süheyl’in ne demek istediğini de anlamıştı. Döndü onlara ve:- Haydi gidin, hepiniz hürsünüz, deyiverdi! Ölümlerden ölüm bekleyenlerin üzerine sağanak olmuş rahmet yağıyordu. Kitlelerin kinini çözecek iksir gibiydi bu cümle ve ardından Mekkelilerin gelip de gönülden Müslüman olma yarışına girdikleri görülecekti. Süheyl ibn Amr da onlar arasındaydı. Gerçek hürriyeti şimdi bulmuştu. Müslüman olmuştu olmasına ama o güne kadar boşa geçirdiği günlerine yanıyor ve kendisi gibi geç kalanlarla birlikte karanlık kalan günlerini aydın kılabilmek için dişini tırnağına takıp her gününe yeni bir azimle sarılıyordu. Şunları söylüyordu:- Vallahi de, bugüne kadar müşriklerle beraber ne kadar savaşa katılmışsam, aynı miktar savaşa katılarak öncekilerin olumsuzluğunu sileceğim. Onlarla beraberken ne kadar mal harcayıp onları küfür adına vermişsem, mutlaka bir mislini de sadaka olarak şimdi İslâm için ortaya koyacağım!Belli ki Allah’ın huzuruna tertemiz gitmeyi hedefliyordu. Halbuki bu gelişiyle birlikte Allah (cc), eskiye ait ne kadar olumsuzluğu varsa hepsini temizleyip silmiş, İslâm’a yeni doğduğu günkü gibi tertemiz adım atmıştı. Ancak o, bununla yetinmiyor ve iradesinin hakkını vererek geçmişi adına keffaret arıyordu. Artık, onun kadar eski günlerine ağlayıp gözyaşı döken, geceleri sabahlara kadar namaz kılıp gündüzlerini de oruçla geçiren bir başkasına şahit olmayacaktı Mekkeliler. Veda haccında görecekti onu Hz. Ebû Bekir (ra); Arafat.. Müzdelife derken ertesi gün Mina’da başını tıraş ettiren Allah Resûlü’nün yanında durmuş, dökülen saç tellerini avuçlarında toplamaya çalışıyordu. Bu arada yere dökülenleri de itinayla alıyor, üzerindeki toz ve toprağı üfleyip silkeliyor, yüzüne gözüne sürerek hıçkırıklara boğuluyordu! İster istemez Hudeybiye’yi hatırlatan bir manzaraydı bu ve Hz. Ebû Bekir (ra)’ın aklına da o gün gelecek, hiç kimseye şartlı bakmamak gerektiğini ifade eden derin bir muhasebe içinde, dünkü Süheyl’i böyle bir keyfiyete ulaştıran Rabbine hamd edecekti!Hayırlı işlerin muzır manileri olur; bu işin hadimleriyle şeytan çok uğraşırdı; o gün Hz. Süheyl’i tahrik edip de eski defterlerini açmak isteyenler yok değildi. Ancak o, bunların hiçbirine pirim vermiyor ve duruşundaki asalete toz kondurmuyordu. Zira artık o, geçmişten ders çıkarmasını iyi bilen derin bir muhasebe insanıydı. Aklını çelmek isteyenlere şunları söylüyordu:- İşte.. başımıza gelenler bir defa geldi ve şüphesiz bizi geride bırakanlar da, bu türlü uygulamalar ve kendi tercihlerimizdi. Ömrüme yemin olsun ki İslâm, cahiliyye işlerini ortadan kaldırmıştır. Cahiliyye döneminde adları bile bilinmeyen nice insanları Allah (celle celalüh), İslâm ile gün yüzüne çıkarmış ve el üstünde tutulacak bir kıymete yükseltmiştir. Keşke bizler de, bunlar gibi davranıp, gelip önceden teslim olabilseydik! Bu arada, kendisinden önce gelip de Hakk’a teslim olan azatlı kölesi ve yakın dostu Hz. Umeyr’e hayranlıkla bakıyor, şöyle teselli oluyordu: - Neyse ki Allah, kadın ve erkekler olarak benim ailemden de birilerine bu imkanı lutfetti. İşte şimdi ben, onlarla teselli olabiliyorum! Şu eski kölem Umeyr ibn Avf’ı ne kadar da seviyor, bunun için de ben Allah’a sayısız hamd ediyorum. Ümit ediyorum ki Allah, bunların dualarıyla benim de elimden tutar ve cahiliyye halleri üzerine öldürülen benim arkadaşlarımın başına gelenlerden de beni korur!Eski günler hatırlatıldıkça utancından yerin dibine girecek gibi oluyor ve bu hacaletini de etrafındakilerle şöyle paylaşıyordu: - Bundan önce ben, Bedir, Uhud ve Hendek gibi nice savaşlara katıldım ki, bunların bütününde Hakk’a karşı çıkan inatçı bir insan idim. Hudeybiye’deki anlaşma ve bunu kağıda dökme işi o gün bana verilmişti. Resûlullah’a karşı o gün yaptıklarımdan dolayı, tekrar tekrar taviz isteyişimi ve batıl bir dava için ortaya koyduğum o gayretleri hatırlıyorum da, Allah Resûlü’nden öylesine utanıyorum ki! Hâlbuki bugün ben, Mekke’de bulunuyorum, Allah Resûlü ise Medine’de! Elbette o gün bizim şirk içinde olmamız, bütün bunlardan daha büyük bir vizir, daha büyük bir kabahatti! Bedir gününü hatırlıyorum da; o gün ben, müşriklerin arasında idim ve oğlum Abdullah ile eski kölem Umeyr ibn Avf’a bakıyordum. İkisi de benimle karşılaşmamaya çalışıyorlardı. O günlerde ben henüz, cehalet günlerimi yaşadığım için hakkı göremiyor, o ikisine Allah’ın lutfettiği hayırdan mahrum bulunuyordum!Oğlu Hz. Abdullah’ı nazarından ayıramıyor ve elinden tutan bir mürşid olarak saygı duyuyordu. Onun için:- Meğer İslâm adına Allah (celle celalüh), oğlum için ne de çok hayır murad etmiş, diyor ve bu takdir hislerini büyük bir ihtimamla eski arkadaşlarıyla da paylaşıyordu. Fetih sonrasında o da Mekke’de kalmayı tercih etmişti. Zaten bundan böyle bu manadaki hicret sona ermiş, böyle bir mecburiyet de kalmamıştı; zira Mekke de artık İslâm yurdu haline gelmişti. Artık başlarında yirmi küsur yaşlarında genç bir vali vardı; Resûlullah (sas) Medine’ye dönerken tayin etmişti onu. O günden bu yana da hep, meselelerini onunla hallediyor, eski konumunu hatırlatıp kıdemini öne sürerek herhangi bir hak arayışı içine girmeyi de asla düşünmüyordu. Derken o da bir gün, Medine’den gelen acı haberle yıkıldı; her yeni güne ayrı bir terakkiyle adım atan Habîb-i Kibriyâ da Hakk’a yürümüş, dünya ile ukbanın arasındaki incecik perdenin öbür tarafına geçip Refîk-i A’lâ’ya kavuşmuştu. Dünyası kararmıştı adeta; geç bulmuş, iklimindeki sıcaklığa doyamadan o huzurun sıcaklığını erken kaybetmişti. Üstelik etrafından farklı seslerin geldiğini duyuyordu; meseleyi, Allah Resûlü’nün şahsına bağlı gören ve henüz yeni Müslüman olan bazı Mekkeliler, genç vali Hz. Attâb’ın ikazlarına kulak asmayıp, O’nun yokluğunu da fırsat bilerek yeniden kıble değiştirme temayülü içine girmişlerdi. Yılların yoğurduğu yorgunluktan ana yola çıktıktan sonra yeniden böyle bir patikaya yönelme, kabullenilebilir gibi değildi. İnsan bir kere döner ve güneşler güneşini bulunca da olduğu yerde sebat ederdi. Musibeti ikileştiren gelişmelerdi bunlar ve belli ki bir hatip olarak iş yine başa düşüyordu. Yüreğine taş basarak önce Kâbe’ye yöneldi; insanları da oraya davet ediyordu. Derken büyük bir kalabalık toplanmıştı etrafında. Kıvam yerindeydi. Belli ki sözün gücüne ihtiyaç vardı ve anlaşılan Hz. Süheyl de, bu gücü kullanarak selîm vicdanlara seslenmek istiyordu. Kâbe’nin eşiğine çıktı ve Allah’a hamd ile başladı sözlerine. Övgü dolu ifadelerle O’nu tenzih ediyordu. Ardından sözü, Allah Resûlü’ne getirip, herkes için mukadder olan yolculuğun, Habîb-i Zîşân için de geçerli olduğunu bildirdi, duygu yüklü ifadelerle. Sonra da:- Ey Mekkeliler, ey Kureyş topluluğu, diye seslendi hemşehrilerine. “İslâm’ı tercihte sona kalıp geciktiğiniz yetmiyormuş gibi sakın ola ki, ondan mahrum olmada ilk sırayı almayasınız; zinhâr, İslâm’a geç gelip de ondan erken çıkıp irtidat edenler olmayın! Vallahi ben biliyorum ki bu din, güneş ve ay doğup batmaya devam ettiği sürece ayakta kalacak ve asla gurûb yaşamayacak, onların ulaştığı her yere de ulaşacaktır! Sakın ola ki şu durum, sizi aldatmasın! Zira şu benim size hitap ettiğim yerde Allah Resûlü’nü ben, “Benimle birlikte ‘Lâ ilâhe illallah!’ deyin ki Araplar sizin çizginize gelsin ve Acemler de size cizye versin!” dediğini hatırlıyorum! Vallahi de bizler, hiç şüpheniz olmasın ki Kisrâ ve Kayser’in hazinelerini Allah yolunda infak edeceğiz! Baksanıza, daha düne kadar bizler, kâh O’nunla alay ediyor kâh tasdik ediyorduk; buna rağmen gelinen noktayı görüyorsunuz! Unutmayın ki bu işin arkası da gelecek ve Resûlullah’ın verdiği müjde mutlaka tahakkuk edecektir!” Süheyl ibn Amr’ın söyleyecekleri bunlarla sınırlı değildi; titreyen ses tonuyla devam edecek ve şunları da paylaşacaktı Mekkelilerle:- Ey İnsanlar! Kim Muhammed’e kulluk ediyor idiyse bilsin ki Muhammed ebedi âleme yürümüştür! Her kim de Allah’a ibadet ediyorsa bilsin ki Allah, Hayy’dır ve asla ölümlü değildir! Şüphesiz ki İslâm, dünya durduğu sürece bâki kalacaktır! Evet, Allah bugün size, Nebi’nizin ölüm haberini ulaştırdı… Halbuki O, sürekli aranızda bulunuyor! Size bir haber daha ulaştırıyor ki, o da ölümdür; burada kimse kalmayacak ve herkes mutlaka bir gün ölecektir. Allah’ın açık beyanlarını ne çabuk da unuttunuz; O (cc) bize, “Sen de ölümlüsün onlar da ölümlü”, “Muhammed, ancak bir Resûldür. O’ndan önce de nice resûller gelip geçti. Şayet O ölse veya öldürülse sizler, gerisin geriye dönecek misiniz!”, “Her nefis, her an ölümü tatmakla karşı karşıyadır.”, “Zat-ı Bâri dışında her şey helak olmaya müheyyadır.” demiyor mu? Öyleyse Allah’tan korkun ve dininize iyi sarılıp Rabbinize tevekkülde kusur etmeyin. Çünkü Allah’ın dini, bâki ve süreklidir; Allah’ın kelimesi tamamdır. Şüphesiz ki Allah (cc), dinine omuz verenlerin yardımcısıdır ve dinini aziz kılmak da O’na aittir. Şüphesiz Allah, sizi en hayırlı yerde cem edip bir araya getirecektir.Hz. Ebû Bekir’in Medine’deki çıkışına benzer bir hitabetti Hz. Süheyl’in bu seslenişi de; sanki kulağını Medine’ye dayamış öylece konuşuyordu. Ancak konuştukları bunlarla da sınırlı değildi; Mekkeli muhataplarını ikna adına îrad ettiği bu hutbeden sonra, yaşadıkları acı haberin, tam aksine yeni bir yükselişe vesile olacağını haykıracak ve her şeye rağmen çizgisini koruyamayanların aklını başına almak için de şunları söyleyecekti: - Şüphesiz ki bu, İslâm’a sadece güç kazandıracaktır. Şunu da iyi bilin ki, hâlâ kalbinde kuşku taşıyanın kellesini almak da bize düşer!Fırtınaların estiği demlerde dimdik ayakta kalabilmenin ifadesiydi bunlar ve Mekkeliler adına akılları başlara getiren seslenişi ifade ediyordu. Hz. Süheyl’in bu çıkışıyla, az önce tereddüt yaşayıp da zikzak çizmeye başlayanlar, yeniden çizgisini bulacak ve kıble olarak Kâbe’ye dönme bahtiyarlığında sebat kararı alacaklardı. Hadisenin bir de Medine tarafı vardı. Zira her iki beldede yaşanan gelişmeler karşılıklı olarak bir diğer beldeye de ulaşıyordu ve yas tutan Medine’ye Mekkelilerin bu haberi de gelmişti. Hz. Süheyl’in hutbesiyle Mekke’deki çalkantı durulmuştu! İslâm adına vahdetin dağılmasından endişe duyan Medine’yi rahatlatan haberdi bu. Bu haberi duyar duymaz, Hz. Ömer’in hıçkırıklara boğulduğu görüldü; kendini tutamıyor ve hıçkırarak ağlıyordu. Merakla halini anlamaya çalışanlara: - Ben şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın Resûlü’dür ve O’nun getirdiği de haktır, diyor başka da bir kelime edemiyordu. Nihayet bir nebze olsun kendine gelip de durulunca işin gerçek yüzünü ifade eden şu cümleleri söyleyecekti: - Demek ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bana, ‘Bırak onu ey Ömer! Bırak ki gün gelir o da, senin hoşuna giden işler yapar.’ derken kastettiği günler bu günlermiş! Şimdi anlaşılmıştı; Hz. Ömer, Bedir’i hatırlamıştı. Bunları söyledikten sonra, adeta o günleri yeniden yaşarcasına etrafındakilere Bedir’i anlatmaya başlayacak ve o gün, esirler arasında gördüğü Süheyl ibn Amr için neler düşündüğünü paylaşacaktı. Derin bir muhasebe hissiyle, onun gibi bir adama böylesine büyük hizmetler gördüren Allah’a gönülden hamd ediyor:- O gün onun dişlerini söküp dilini kesmiş olsaydım, bugün ondan bu cümleleri duyamayacaktım, diyerek Allah Resûlü’nün gönül kazanma adına attığı adımların nasıl semereye durduğunu herkese göstermek istiyordu. Ayrılık zordu; bu kadar geç kaldıktan sonra yaşanan firaka katlanmak daha da zorlaşıyordu. Bağrına bir taş daha basmıştı. Hem acılarını unutmak hem de eski günlerine kefaret aramak için kendini cephelere atmış, geç bulduğu Resûlullah’a erken kavuşabilmek için meydanlarda şehadet kolluyordu. Çoluk çocuğunu da alıp Şâm taraflarına gelmişti. Arzuladığı şehâdeti kendisinden önce oğlu Hz. Abdullah’ın yakaladığını duyunca sevinmekle üzülmek arasında kalakalmıştı. Seviniyordu; çünkü hayatını adadığı yolda O’nun adına bir kurban vermişti. Üzülüyordu; iştiyakla beklediği böyle bir fırsat henüz kendisine müyesser olmamıştı. Taziye için kendisini ziyarete gelen halife Hz. Ebû Bekir (ra) ile hasbihal ederken: - Şehid, ailesinden yetmiş kişiye şefaat eder, diyerek Efendimiz’in konuyla ilgili beyanını paylaşacaktı. Kalbi kan ağlayıp gözü yaş döküyordu ama her şeye rağmen hıçkırıklarına hâkim olmaya çalışıyor, dudaklarından kelimeler zor çıkıyordu. Kesik kesik konuşabiliyordu; oğlunu kastederek halifeye şunları söyledi:- Dünya hayatında elimden ilk tutan o oldu; ümit ediyorum ki oğlum, şefaat işine de ilk önce benden başlar!Gönülden arzu edene Allah onu da nasib ediyordu. Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’nin beyanlarında, yürekten şehâdeti isteyen, yatağında da ölse şehit sayılıyordu. Ancak o, ilerleyen yaşına rağmen aradığını yine cephede bulacak olan bahtiyarlardandı. Bizans’la yaka paça oluyorlardı. Yermûk’te, o günün şartlarında tek kutuplu hale gelen dünyanın lideri konumundaki bir güçle karşı karşıya gelmişlerdi. Yakın arkadaşları Hâlid ibn Velîd ve İkrime ile omuz omuza kılıç sallıyordu. Uzayıp giden yorucu günlerden birisinde onun da şehâdet haberiyle yankılanacaktı Yermûk meydanı; çok sevdiği Resûlullah’a o da cepheden kavuşuyordu. Bir farkla ki, giderken bile arkadakilere kalıcı bir ders veriyordu. Susamıştı. Son bir gayretle kendini toparlayıp:- Su, diyebildi. Kendisi gibi su talep edip de ağzına matarayı götürmek üzere olan başka bir mücâhid, hakkından ferağat etmiş ve suyu ona göndermişti. Minnet duygularıyla ona bakarak eline aldığında başka bir yerden cılız bir sesin geldiğini duydu. O da:- Su, diyordu. Hiç tereddüt etmeden onu dudaklarından geri çekti ve zor kaldırdığı eliyle işaret ederek sesin geldiği yere götürmelerini istedi. Zaten bu sırada kolu yere düşmüş, Kureyş’in kudretli şairi de ebediyete yürümüştü. Ebedî yurda yürürken bile hitabet kürsüsüne çıkmış, sessiz ama çok etkili bir beyanla, arkadakilere dillere destan bir fedakârlık dersi veriyordu.



Yağmur Dergisi Üç aylik Dil-Kültür ve Edebiyat DergisiEmniyet Mahallesi Huzur Sokak No:5 Üsküdar / istanbul Tel : 0 216 318 60 11 Faks:0 216 318 53 14